Thursday, September 08, 2016

Bilgisayarda Nereden Nereye Konusuna Bakış

Son yıllarda gitgide bilgisayarın özü diyebileceğimiz sistem kısmından baya uzaklaştığımı görüyorum. Zamanla değişen teknolojik yapı ve farklı farklı işlerle uğraşma zorunluluğu bunun sebebi olabilir.

Örneğin artık bilgisayar demek cep telefonu demek. Bilgisayarın ruhu işletim sistemidir. Donanım ise bedendir. Dünya'da işletim sistemi konusunda Windows ile tekel olan Microsoft bile bu değişen teknolojik akımdan nasibini aldı ve Android ve iOS gibi iki işletim sistemi karşısına bir tehdit olarak dikildi ve onu sallıyor ve Nokia'yı satın almaktan daha iyi bir şeyler yapmazsa bu gidişat onun sonu olacak.

Eskiden biz, işletim sistemini kendimiz kurardık. Önce DOS ortamında fdisk ve sonra format yaptığımız ve sonra CD'ye girip install diyerek sistemi kurmaya başladığımız günler vardı. Hatta işletim sistemi CD'de olduğu için önce DOS ortamında CD-ROM'u DOS'a tanıtma işini yapardık. Ve sistem kurulduktan sonra ekran kartı, modem, ses kartı gibi çevre birimlerinin bütün sürücülerini teker teker kurardık. O zaman yaptığımız tüm bu işlemler bizim bilgisayarın sistemine daha aşina ve hakim olmamızı sağlıyordu aslında. Şimdi Windows tabanlı sistemlerde bunlar o zamana göre inanılmaz kolaylaştı.

Şimdi bilgisayar artık cep telefonu olduğuna göre bunların hepsinin acaba cep telefonunda bir karşılığı var mıydı? Gidiyoruz, bir cep telefonu satın alıyoruz üzerinde Android veya iOS işletim sistemi ve bütün temel programlar kurulu ve bir program kurmak gerektiğinde "store" diye bir kavram var. Gidip oradan kuruyorsun. Ve ömrünü bu programların üzerinde geçiriyorsun. Bunlar genelde facebook, whatsapp, instagram tarzı programlar. Bir insan ne kadar programcı da olsa, bu aleme girdi mi eğer kendini zaptetmezse zamanı orada tükenip gidiyor. Velhasıl her durumda, programcıların üst seviye dediği bir alemde yaşamımızı sürdürürken aşağıda neler olup bittiğinden bihaberiz. Ve bu bir açıdan kaçınılmaz ve ondan normal sayılır.

Ama bu benim içime biraz dert oldu. Telefonuma dalacam, dalmalıyım psikolojisine girdim. Bilemiyorum. Belki de biraz da eski günlerin anısına. O bilgisayarın özüne ve ruhuna daha yakın olduğum günlerin anısına belki.

Ve sonunda daldım. Ama bu Hitler'in Rusya'ya girişi gibi oldu. Kışa zamanda Moskova'ya varır, ordan da zıplayıp Hindistan'ı alırım diyordu. Ama Rusya'nın kışı onu bitirdi.

Custom ROM diye bir şey varmış. Yani telefonun üzerindeki sistemden farklı bir sitem. Diyelim Android 4 aldın. Gidiyorsun Android 5 veya 6 yüklüyorsun. Tabi o ROM'u internetten bulup indireceksin önce.

Ben de gider internetten kendime güzel bir ROM indirir, çatırt diye kurar, yeni sisteminin keyfine bakarım diyordum. Ama darbe üstüne darbe yedim. Saatlerim gitti. Neler neler yaşadım. Bunların detaylarını teknik bilgi olarak anlatacağım (Yine hızlıca not düşeyim. Bir tele yeni sistem yüklemek için iki şart var. 1) telefonu rootlamak gerek. Yani admin seviyesine çekmek. Bunun için programlar var. 2) Telefonun boot kilidini açmak gerek. Bunun için de yöntemler var. Bu ikisinden sonra ROM bulup, telin hafızasına atıp, boot yapıp, ordan seçip kurmak gerekiyor. Özet bu.)  ama özellikle dün gece saat 3'te, dibin en dibine vurduğum ve bu telefon tekrar kullanılabilecek mi acaba dediğim sırada, yine dibin en dibinden bir çözümle işin içinden sıyrılmam bana değişik bir heyecan verdi ve lise sonda yaşadığım o eski fırtınalı günler aklıma geldi.

1995'in sonbaharında bilgisayar maceram başladı. Başına oturduğum makina üzerinde 640 KB RAM olan, Intel'in 1979'da piyasaya sürdüğü 8088 işlemci kullanan (Meğer IBM 8086 kullanacakmış ta Intel 8088 için daha iyi fiyat vermiş, bunları da sonradan öğreniyoruz), 10 MB harddiski olan, krem rengi, 14 inç tüplü ekranı kasasının üzerinde duran ve bunun ona ayrı bir güzellik kattığı bir aletti. O zamanlar benim bilgisayar algıma göre, ekran kasanın üzerinde durmalıydı. İşlemci hızı 4 MHz di.

Bu rakamları daha anlaşılır yapmak gerekirse, elinizdeki telefonla çektiğiniz orta karar bir resim 5 MB falandır. Yani o makinanın harddiskine ancak iki resim sığardı. Bu resmin büyüklüğü RAM'den ise neredeyse 10 kat fazla. 4 megahertz dediğimiz işlemci hızı ise elinizdeki cep telefonunun 2 gigahertzlere varan işlemci hızının 500'de biri.

Aslında aynı dönemde, yandaki laboratuarda, 40 MHz işlemcili ve çok daha heyecan verici görünümlü bilgisayarlar da vardı. Fakat onlara bizi yaklaştırmıyorlardı. Heyecan verici görünümlerinin arkasında, yeni olmaları dışında, ekranlarının biraz daha büyük ve siyaha daha yakın camlı olması yatıyordu. Kapıdan bakınca ışık üzerlerine düştüğünde pırıl pırıl parlarlardı. Onlara dokunmak büyük bir olaydı ve sanki bir onurdu :) Şahsen o odaya girip bir kez o bilgisayarlara dokunmuşluğum yoktur. Üzerlerinde grafik arabirimli bir işletim sistemi olan Windows 3.1 çalışırdı. Orası çok farklı bir dünyaydı. Biz tekrar diğer odaya geçelim.

Evet, şu an son derece ilkel görünen o bilgisayarın içinde muhteşem bir dünya vardı. Olay kelimenin tam anlamıyla inanılmazdı. Ekranda yazıları olan ve bu yazıları senin yazdığın komutlara göre değiştirebilen bir makina bu.

Bu dünyanın ilginç, kulağa oldukça hoş gelen kelimeleri vardı. Zaten Terminatör, Robocop, Geleceğe Dönüş gibi filmlerle beyni teknolojiye, birilerinin pop yıldızlarına hayran bırakıldığı gibi, hayran bırakılmış bir gençliktik. O filmlerdeki teknolojik konuşmaları ve sahneleri ağzımız beş karış açık bir şekilde dinler ve izlerdik. Çipler, syborglar, yapay zekalar, insanları kontrol eden sistemler, bu sistemlere giren hackerlar vs.

Sadece klavyesi, monitörü ve kasası olan ve açıldığında siyah bir ekranda C:\> şeklinde  bir yazı yazıp, bu yazıdan sonra ekranda bir imlecin yanıp sönerek beklediği bir sistem. Bu sistemi kullanabilmek için dosya, klasör gibi kavramları ve bunları oluşturmak, silmek, kopyalamak gibi işlemleri yapabilmek için gerekli komutları öğrenmek gerekiyordu.

Yani daha çok komut bilmek, daha büyük bir güçtü. İnternet falan olmadığı için, komutları ezbere bilmek, parametlerini falan hatasız yazabilmek adamı çok farklı yapıyordu. İşi biraz daha heyecan verici noktaya taşımak için tabi ki klavyeyi on parmak kullanmalıydı. Zaten sürekli komut yazıp durduğunda, klavyeyi de on parmak kullanınca komutları son derece hızlı yazıp, tıpkı filmlerdeki hackerlar gibi olabilirdin. O zamanlar o laboratuarda bilgisayarla uğraşan herkeste benzeri duygular vardı. Herkes heyecan ve hevesle yeni şeyler öğrenmeye çalışırdı. Ekranda birisi farklı bir görüntü çıkarınca herkes ona bakardı. "Onu nasıl yaptın yaa? Bana da göster" der sonra "Bunu ben de yapmalıyım" diye saatlerce uğraşırdı.

Bu noktada bana çok ilginç gelen olaylardan biri bu IBM makinaların ROM'unda GW BASIC programlama dilinin gömülü gelmesiydi. Bir şekilde  (debug da int 19 yazıp entera basıp go yapınca, veya pascal üzerinden inline assembly yazarak)  Interrupt 19'u çağırdığın zaman şak diye ekranda GW BASIC çıkardı. Bunun orda bizi şaşırtması kadar şaşırtıcı olan bir başka şeyi sonradan öğreniyoruz. Bu aslında Bill Gates'in yazdığı BASIC'miş. Hatta GW ifadesinin Gates, William olduğunu söyleyenler varmış. Adamın uzun adı William Bill Gates. Yada Bill Gates'le beraber onu geliştiren Greg Whitten'ın W si. Tabi biz o zamanlar Bill Gates'i bile duymamıştık :)















Kaynağını Sormayan Cübbeli'nin Büyük Hatası




Geçen gün Cübbeli Ahmet Hoca'nın bir programına denk geldim. Programı dinlerken Caner Taslaman ile ilgili kısımda, felsefecilerin ne problemli adamlar olduğuna örnek olarak Eflatun'un Hz.İsa (as) 'ya tabi olmamasını örnek verdi. (Dakika 15:40 tan başlıyor)

"Şimdi Eflatun zirvede. Zirvede olan bir şeyi anlıyor. Eflatun dedi ki "madem ölüleri de diriltiyor, biz bu felsefe melsefe zirveye geçtik artık, bulamayacağımız yapamayacağımız hiç bir şey kalmadı, ama biz ölüleri diriltecek haddeye gelemediysek, demek ki bu başka bir boyuta geçti, bu nübüvvet ve mucizedir. İman edin dedi ona. Önümüze düşün de, itiraf ettiniz, mucizedir, peygamberdir,dedi,nahnu gavmun muhezzebuun,  la hacete bina ila men yuhezzibune, biz sızdırılmış, süzdürülmüş, ahlakımız tekamül etmiş,olgunlaşmş, ilmimiz irfanımız, filozof-u hakim, hikmet sahibi bi durumdayız, bizim artık bizi eğitecek kimseye ihtiyacımız yok, şimdi İsa aleyhisselama gidip iman eyseydi, havarilerden olacak, cennetlik olcak,sahabeden olcak, o peygamberin sahabesi olcakkeeen, işte felsefesini zirvesinin zırvasını gördük, bizim peygambere ihtiyacımız yok, zirvesinin zırvası burda. şimdi bunun alt şeylerinde ne boğuşuyoruz. şimdi felsefe aklını kullanmaksa, ben de aklımı kullanıyorum. Ama neye göre aklımı kullanıyorum, vahye uydurarak kullanıyorum." 

Tabi bi anda şimşek çaktı. Sokrat, Eflatun, Aristo üçlüsü vardır. Bunlar ardarda gelip, biri öbürünün hocası şeklinde bir bağıntı vardır. Üstüne birde Ariston'un Büyük İskender'in hocası olma durumu vardır. 

Yani kısaca Eflatun MÖ:347'de ölmüş. Milat ne? Hz.İsa'nın doğumu. 

Yapılan hata büyük. 

Peki bu hatanın sebebi nedir? Birincisi açıkça belirli konularda bilgi sahibi olmama durumu. Yani sen madem felsefe üzerine milletin karşısına çıkıp konuşuyorsun, neymiş şu felsefe dedikleri, bu ne zaman çıkmış, kimler ne demiş diye bir literatürü gözden geçirme gerekliliğini yerine getirmek durumundasın. Yoksa bu tip hatalar rahatlıkla oluşabilir. Cübbeli Ahmet'i benzer duruma sokan diğer konu da bilimsel konular. CERN'deki deneyle ilgili "yok atomu mu ne çarpıştırıyorlarmış ta, dünyanın sonunu bulacaklarmış, sen bulana kada millet öldü gitti musalladan", "yok gökyüzüne uydu gönderiyorlar, sen ver bana 100 bin dolar ben sana söyleyeyim"  tarzı yaklaşımlar. Olaydan son derece uzak olmaktan kaynaklı problemler.

İkinci nokta, bu konuyu biraz irdeleyince, karşımıza çıkan, Cübbeli Ahmet'in bunu İmam Rabbani'nin mektubatından nakletmesi. 

Cübbeli Ahmet, Mektubat'ta bir şey yazıyorsa onu direk doğru kabul eder. Burada işin ilginç yanı, bu yanlış bilginin Mektubat'ta olması. 





Cübbeli Ahmet aşağıdaki videoda da kaynağı sorgulamamayı düstur eden felsefesini savunuyor.


Özetle, işte bu, kaynağı sorgulamayan Cübbeli'nin örnek bir vakasıdır ve yine bu, kaynakları kurcalamanın gerekliliğini güçlü şekilde destekleyen bir hadisedir.

Monday, September 05, 2016

Maksimum Gelişmiş Ücretlendirme

Bu yazının amacı “Bir çalışanın çalışmasının karşılığı olan bedel nasıl ayarlanmalıdır?” sorusuna pratikliği ikinci planda tutarak, teorik en doğru cevabı bulma üzerine bir yaklaşım sunmaktır.

Cevaplanması gereken ilk soru “Ücret (Maaş)  ne için verilir?” sorusudur? Maaş yapılan bir iş karşılığında verilir.Varsayalım şirkete bir muhasebeci alındı. Görevi muhasebe işlemleridir. İşlemleri sıralayalım. Fatura kesmek, stokları güncellemek, ödenmemiş evrakları takip etmek vb. Liste uzayabilir. Muhasebecinin yaptığı işlere A,B.C... diyelim.

Sabit Maaşlı Geleneksel Sistem
Muhasebeci A,B,C için para almaktadır. Diyelim bir ay B işini hiç yapmadı. Maaşı sabit olduğu için yapmamış olduğu B işi için de para alacaktır. Diğer bir ayda A işini 2 kat fazla yaptı. Bu maaşını arttırmayacaktır. Yada bir  D, F, E, İ iş kümesi ile yüzleşti ve onları da icra etti. Bunun da karşılığı olmayacaktır.

Daha Gelişmiş Bir Yaklaşım

O halde teorik olarak muhasebeci çalıştığının tam karşılığını alamamaktadır. Çalıştığının tam karşılığını alması için yaptığı iş ölçülmelidir. Biz burada olağanüstü bir olaydan bahsediyoruz. Bir elektrik sayacının harcanan elektriği ölçtüğü gibi, bir çalışanın çalışmasının ölçülmesinden bahsediyoruz. O halde soyut bir “çalışma ölçüm mekanizması” hayal edelim. Bu korkunç gelişmiş sistem bir şirkette kurulduğunda, şirketteki her çalışanın ne iş yaptığını, ne kadar süre bir işi yaptığını otomatik olarak algılayıp kaydeder. Bunun nasıl olacağını düşünmeyin, yalnızca olduğunun düşünün. Bu soyut düşünce bize pratik anlamda bazı kazançlar sağlayacaktır. Biz otomatik olarak ölçemediğimiz çalışma zamanlarını manuel olarak ölçüp kaydettiğimizde  doğru sonuca yaklaşacağız.

Sistem öyle gelişmiş olabilir ki  birisi sekreter yokken bir telefona cevap verdiğinde sistem onun hanesine bunu ekler. Yada bir yere mal yüklenirken kim buna destek verirse sistem destek verenlerin işle ilgili veritabanlarında ilgili alanlara gerekli kayıtları yapar.

Bu durumda ay sonunda şöyle bir rapor çıkar:
Muhasebeci A=2132, B=1194, C=3214 dakika. +F=78 dakika ki buradaki F işi normalde sekreterin telefona bakma işidir ancak muhasebeci de o veya bu şekilde telefonlara cevap vermiştir yani 78 dakika sekreterlik yapmıştır. İşte buna göre her bir işin birim zamandaki ücretine göre maaşlar ödenir.

Burada çalışanların orada bulunmasından doğan sabit bir taban maaşı unutmayalım.

Yani :

Toplam Maaş = Sabit Maaş+(A İşi Birim Zaman Ücreti) x Zaman + (A İşi Birim Zaman Ücreti) x Zaman+...

İşte bu “Maksimum gelişmiş  ücretlendirme nasıl olmalıdır” sorusuna muhtemel cevaplardan biridir.

Bu sistem ne çalışanı korur ne işvereni üste çıkarır. Tamamen yapılan işin karşılığının alınması ve iki taraflı hakların ihlalinin minimize olması için bir yaklaşımdır.
18 Haziran 2006, pazar 30 dakika elle....

Burada not edilmesi gereken bir nokta, şu an internet tabanlı freelance işlerde, buna yakın bir düşüncenin uygulanmasıdır. Freelance iş veren site, işi yapana saat ücreti öder. Saat ücreti, işi yapanın tecrübesi ve işe göre değişir. İşi yapan, bilgisayarına bir program kurar, bu program zamanı ölçer. Örneğin youtube veya facebook açıksa açık olduğu müddet zamandan düşer. Ve bir web kamera on dakikada bir bilgisayar başındakinin çalıştığını gösteren resim çeker ve kaydeder.



Friday, September 02, 2016

Asıl Amaç Bilme

Komplike olan bir şeyin bir amacı vardır.

Belirli bir sisteme göre çalışan her şeyin  bir amacı vardır.

Komplikelik miktarı arttıkça amacın büyüklüğü de artar.

Evren çok komplikedir.

Buna göre evrenin bu kadar komplike olmasında o seviyede büyük bir amaç vardır.

Anlıyoruz ki Bu amaç onu yapanı bilmektir.

Bu bilme basit bir bilme değildir. evren komplike olduğundan komplikelikle paralalel bir bilmedir.

Tekrar başa dönersek: Çalışan hiçbir sistem amaçsız olamaz.

Matematiğin Eğitimi Üzerine

Matematiğin eğitiminde matematiğin kendi öz bilgisi ve birde “bulmacalar” diyebileceğimiz iki kısım var.

 Öz matematik bilgisi “bir üçgenin iç açıları toplamı 180 derecedir” şeklinde önermelerdir. Bulmaca ise “ikizkenar bir üçgende açılardan biri diğer ikisinin toplamının 2 katı ise bu açıyı bulunuz” şeklinde sorulardır. Bu bir bulmacadır. Tema olarak matematiksel bir önermeyi kullanan bir bulmaca.

 Matematik yerine farklı temalar kullanan sayısız bulmaca vardır.  Bu bulmacalar özde beyin jimnastiğidir. Ancak bu jimnastiklerde zorlananlar, kimi zaman içinden çıkamayanlar matematiği de öğrenemez pozisyona düşer, matematiğin zorluğu, öğrenilemeyeği gibi fikirlere kapılır. O yaygın matematik fobisinin temeli buraya dayanıyor olsa gerektir.

 Üçgen örneği ile devam edersek klasik bir derste “bir üçgenin iç açıları toplamı 180 derecedir” dendikten sonra hemen bunla ilgili bir soru çözme yoluna gidilir. “Bir üçgende tüm açılar birbirine eşitse, açıları bulunuz”. Aslında bunun konuyla alakası ikinci seviyededir. Yani durum şudur. Çözüm: “Şimdi açıların toplamı 180 di ya (!!!! yani artık bunu öğrendiniz ya) e tüm açılar eşitse böl 180/3=60. Demek ki bu üçgende her bir açı 60 derece imiş. Evet arkadaşlar, demek ki üçgende açılar toplamı 180 miş. Daha iyi kavradık mı?” Evet. Kesinlikle temel konu kaşla göz arasında ikinci planda kalmaktadır. Burada bu tip bir soru ile konunun özü “A bir toplam miktar olmak üzere, bunun üçe bölümü nedir” e dönmüştür.

 “bir üçgenin iç açıları toplamı 180 derecedir” denildikten sonra örnek olarak şöyle devam eden bir ders pek az görülmüştür.

 180 derece mi? Derece bir birimdir. Odaklanmamız gereken kenarlar arasındaki açıklık miktarıdır. Yani bir üçgende kenarlar arasında açıklık miktarları toplamı sabittir demek daha doğru bir yaklaşım olabilir. Yani üçgenin bir köşesini daraltınca, diğer köşe de öyle bir açılmaktadır ki toplam açıklık sabit kalmaktadır. Evren böyle bir yer. Peki bunun dışında bir şey olabilir miydi? Ne olabilirdi? Açıklık miktarı belli bir seviyenin altına düştüğünde sabitlik gidebilirdi mesela. Yada belli bir seviyenin üstüne çıktığında. Yada başka şeyler. Neden üçgenin içindeki açıların toplamı sabit olsun? (ilginç bir şekilde bu soru bizi küresel geometriye götürür) Bu bir başka öz kuralın yansıması mı? Bir başka soru, bu sadece üçgen için mi geçerli. Dörtgen de durum nasıl?

 İşte bu evrenin özünü veya matematiği anlamaya yönelik bir istikamettir. Ama böyle yaparsanız, matematik yapmayıp felsefe yapıyorsunuz şeklinde algılanabilir. Öte yandan bu yaklaşım esnasında sorduğunuz her bir soru, matematiğin farklı konuları ve önermelerine doğru sizi götürmektedir. Bu yaklaşım matematiksel derinlik kazandırır.

Dövüş Sanatlarının Kıyası


Valla öyle enteresan ki. kapoeracı eleman saatte 160km hızla 850 kg kuvvet elde etti. Muay Tai cı eleman, saatte 209 km hızla 635 kg lık kuvvet oluşturdu. Tekvandocu saatte 219 km ile vurdu ve adam uçtu, 1043 kg kuvvet uyguladı. Hemen dersin tekvando en iyi.

Ama yok diyor. kapoeracı daha ivmeli vurmuş. o kadar düşük hıza rağmen o kadar kuvvet. bu işte kazanan aslında kapoeracı. hemen dersin ki vay, demek bu işte en iyi kapoera.

Ama işin aslına bakalım. kapoeracının bir muay tai cı ile ringe girip kazanması nerdeyse imkansız :) Ve Muay Tai cı dediğin adam, ne tekvandoyu, ne karateyi, ne kapoerayı tınlar.

Bi kere o hızdaki tekmeyi asla yemez. Ondan çok daha seri tekmeleri bile adama oturtmak mesele. Burda önemli olan 1 ton kuvvet değil isabet. zaten ufacık bi temas etse çeneye, adam nakavt.

Velhasıl dövüşte kazanan bokstur. Çünkü az enerji harcar, sonuca gider. İşin %80 ini komutların %20 si yapar. Kafayı koru, darbe alma, çene altına bi tane kondur fırsatını bulunca, bitti :)

Ha muai tai veya kick box ta ise arayüz var. iOS gibi. Yani tamam boks var, ama araya süs olsun diye bi iki tekme koysak ne zararı var. Oldu da bir döner tekme ile nakavt yaparsak, manşetteyiz :)

Kuralların Genelliğinin Sonuçları

BUNLAR BAZI TAHMİNİ DÜŞÜNCELERDİR.

Bu atomik yapı, bu fiziksel, biyolojik ve kimyasal kuralların olduğu durumda bunların bir yansıması olarak veya bu sonuçlara neden olan öz sebeplerin diğer sonuçları olarak Kabe’nin şu an bulunduğu yerde bulunması gerekiyordu.
Veya şöyle de diyebiliriz.

Şu an içinde bulunduğumuz gezegen şeklinde bir gezen oluşacağı daha bing bang esnasında belliydi. Yani patlamadan sonraki ilk anlarda atomların ve sonra moleküllerin ve diğer şeylerin oluşmasına neden olan kurallar varlıklarını devam ettiriyordu.

Ve bu kuralların sonucu olarak sistemi anlayabilecek, analiz edebilecek bir canlının, insanın oluşacağı belliydi.

Kabenin şu an durduğu yerde duracağı belliydi. (O yüzden altın orana uygun bir yerde duruyor)
Tüm maddenin ve kainatın işleyişinin özünü oluşturan bu kuralların sonucu olarak Peygamberimizin (sav) son peygamber olarak  geleceği belliydi.

İnsan Düşüncesinin Yönetimi Üzerine Bir İki Söz

Bunun için anlaşılması gereken ilk şey insanın dışardan aldığı sinyali beyninde işleyiş ve ona göre düşünce, his ve tepki oluşturuş şeklidir.

Sözler ve hareketlerinle karşındaki insanda düşünce ve his oluşturan sen, her bir söylediğin şeyin ve yaptığın hareketin, en ayrıntılı seviyede karşıda etkiler oluşturduğunu ve bu etkilerin oluşma biçimini bildiğin seviyede karşıdakinin düşüncesini yönetiyor olacaksın.

Burada ilginç nokta insanın kendine gönderilen sinyallere karşı onların gerektirdiği şekilde davranmak zorunda olmasıdır. Bu yüzden motive edici sözler insanı motive eder, demoralize ediciler demoralize.

Bir insana kırk gün deli deyince deli olma konusu da bunla ilgilidir.

Dışarıdan gelen sinyali işleyen beyin kaçınılmaz olarak ona göre hisler ve düşünceler geliştirdiği için biz diyebiliriz ki insan düşünce ve hissi dışardan gelen sinyallerle yönetilmektedir.

Örneğin TV izleyenlerin düşünce ve hisleri orda izlediklere şeye göre gelişir. Buda TV programlarının içeriklerini geliştirenlerin izleyicilerin düşünce ve hislerini şekillendirdiğini ve yönettiğini gösterir. İzleyiciler kafalarının içinde gelişmekte olan yapılardan habersiz izleyişlerine devam ederken onlar için nelerin güzel, nelerin kötü olduğu, nelerin doğru nelerin yanlış olduğu an ben an algılarına yerleştirilmektedir.

Sistemi ve Kuralları Anlayarak Problemleri Çözme

  • Hayat problem çözme işidir.
  • Problemlere çözüm için sürekli eğitim gerekliliği vardır. Eğitimin konusu probleme göredir.
  • En önemli eğitim sistemi tanıma eğitimidir.

HAYAT PROBLEM ÇÖZMEKTİR


Pratik olarak “yaşam = problem” dir. İnsan doğar doğmaz üstüne problem yağmaya başlar. Oluşan problemlere bilinçli veya bilinçsiz getirdiği çözümlere göre yaşamı şekillenmeye başlar.


Birinci amaç kendini belirli bir seviyede tutmadır. Sağlık ve yaşam standardı olarak. Kişi bunu amaç edinmese bile bu otomatik olarak ona amaç tanımlanmıştır. Bu seviyeyi sağlamazsa sürünür ve sonunda ölür.


Bu doğuştan otomatik tanımlı birinci amaca ulaşmak çok zor değildir. İnsan her gün su içer, iki üç günde bir yemek yerse hayatına devam edebilir. Zaten dünyada milyonlarca insan günlük 1 dolar maliyetle yaşamına devam etmektedir.


Sonra diğer amaçlar belirir. Bunlar arzular ve ortam koşullarından kaynaklanan problemlere dayanır.


ÖĞRENİLMESİ GEREKENLER MESELESİ


Bazı konular tarih, matematik, türkçe, fen bilgisi gibi zorunlu ders olarak okutulur. Bunların öğretilmesinin gerekliliği tartışmasız anlaşılmıştır. İlkokulda, ortaokulda, lisede hatta üniversite de bunlar tekrar tekrar öğretilir.


Ve unutulur. İnsan unutkandır. Unutur. Bu insanın doğasının parçası olduğuna göre bu da hesaba katılmalıdır.


Öğretilmesini ve asla unutulmaması için sürekli tekrar edilmesinin gerektiği başka konular da vardır.


Bunların bir kısmını din halletmiştir. Örneğin seni cumaya çağırır. Aynı şeyleri söyler,söyler,söyler. Hatırlatır. Sen hep unutursun.


Fakat insanoğlunun üzerinde eğitim alması ve normal yaşamı ve iş yaşamında aklında olması gereken ve hatta periyodik olarak hatırlaması gereken bir iki ince konu daha vardır.


Bunlardan birisi beslenmedir. Neyse ki bu aşırı önemli konu gündemdedir ve orada burada üzerinde konuluşmaktadır.  


SİSTEMİ TANIMA EĞİTİMİ


Bütün Sistemler Kurallarla İşler
Hepimizin son derece iyi bir şekilde bildiği bir gerçek evrenin kurallarla işlediğidir. Kimileri bu kuralları (okul vb. ortamlarda) yakından tanıma imkanı bulmuştur.


Kurallar evrendeki hareketi en makro seviyeden en mikro seviyeye, yani galaksilerin hareketinden, atom çekirdeğindeki hareketlere kadar sarar. Hiçbir kuralsız hareket yoktur.


Bunun yansıması olarak kurallar sadece elektrik, mekanik, optik vb. başlıklı konular için söz konusu değildir. İnsanların iletişiminde, sosyal olayların işleyişinde de gözlenebilen ama fizik veya kimyadaki kadar net açıklanamamış kurallar vardır.


Aslında kuralları fizik kimya diye ayıran, daha genel bir kurallar bütünü çıkaramayan insandır. Daha üst düzey düşündükçe kuralların daha bütün olduğu görülür. Yani fiziksel bir sistemin hareketi ile sosyal bir sistemin (aile, şirket vb.) hareketinin aynı temel prensiplere dayandığına dair emareler görülür.


Kuralları Kavrayan Sistemi Kontrol Eder
Isı örneği.


Bir mıknatısı bir sarmal tele yaklaştırınca telde bir akım oluşur. Telde oluşan akım mıknatısın tel üzerinde oluşturduğu magnetik kuvveti yok edecek bir magnetik kuvvet oluşturmaya yöneliktir. Buna Lenz kanunu denir.


Bu tabiatın işleyişine dair bir kuraldır. Bunu bilen mıknatısı tele yaklaştırıp uzaklaştıran bir mekanizma yaparak telde sürekli elektrik akımı oluşturup bu akımla örneğin bir lamba yakabilir.


Bir devrede direnç arttırılırsa akım azalır. Bunu bilen akımı arttırmak istediğinde direnci arttırmaz, azaltır.


Kavranmış Kuralların Kullanılmasına Engel Teşkil Eden Faktörler Vardır
Bu, örnek olarak, bildiğin halde yapamama veya yapmama durumudur.


Cemal yolda giderken bakıyor ki Temel kendini bacağından asmış. “Ne yapıyorsun” diyor. “İntihar ediyorum” diyor. “E o öyle olmaz boynundan asacaksın” diyor. “Öyle nefes alamıyorum” diyor.


İşte apaçık bilinen kuralların uygulanmasında bile böyle bulanık durumlar vardır.
  • Duygusal problemler
  • Hedefe odaklılıkta eksiklik
  • Sistemi tanımama ve kuralları kavrayamama
  • Veya kavrasa da hesap hatası yapma
  • Kuralın icrası için gerekli fiziksel veya ruhsal yeterliliğe sahip olmama


vb. unsurlar bu bulanıklıkları oluşturur.


Göründüğü Gibi Olmama Durumu
Bu durum yine kuralların iyi anlaşılıp kullanılması ile ilgilidir. Yüzeysel bakış ilk akla gelen pratik çözüme yönelir. Ama bu onu amacına ulaştırmayacaktır. Çünkü o amaç referans alındığında hatadır.
·         Henry Ford işçinin saat ücretini 2.5dolardan 5 dolara çıkardı. Batarsın dediler. Karı ikiye katladı.
·         Ucuz ayakkabıya para vermeme mantığı. Az harcadım sanırsın ama çok harcarsın.
·         İki gün aşırı çalışıp yorgun düşerek, üç gün düşük performansta çalışma. Çok iş yaptım sanırsın, toplamda az iş yaparsın, iş kaliten düşer.


Spesifik Bir Prensip: Etki-Tepki
Tüm bu anlattıklarımızı toparlayan bir örnek.
Tabiatta, bir etkiye onu nötralize etmeye yönelik bir tepki durumu vardır.
Lens kanunu bunun magnetizmadaki örneğidir. Le Catelie prensibi kimyadaki örneğidir.


Analiz ve Analizcilik

ANALİZCİLİK ANALİZ
Analiz parçalamak demektir. Sentez oluşturmak.
Bir sistemi analiz etmek o sistemin işleyişini çözümleme çabasıdır. Bu bir analizdir çünkü işleyişi çözümlemek, sistemin parçalarını bulmayı, onların görevlerini anlamayı gerektirir.
 
Bizim analizimiz günlük hayatta sık rastladığımız olaylar, birbirimizle olan ilişkilerimiz , işteki olaylar olduğundan bu sistemlerdeki parçaları bulma ve görevlerini anlama gerekliliği vardır.
Tüm bu sistemlerda anlaşılması gereken en önemli parça insandır.
İnsanın sistem içindeki analizi
İnsan kendi analizine başlarkan yani bizzat kendini analiz ederken ilk hesaplaması gereken kendisinin analize etkisidir. Analiz mantıksal bir işlem dizisi olduğuna göre mantıksal işlemler konusundaki kişisel eksikliğinin analize yapacağı etkiyi görmesi birinci noktasıdır.
Duyguları nedeni ile olaylara bakışının etkilenmesi konusu ikinci etki noktasıdır.
Olayları değerlendirirken kullandığı dayanak noktaları ve algılar yani zaman içinde oluşmuş düşünce yapıları üçüncü etki noktasıdır.
  • İşlem gücü zayıflığı
  • Duygusal nedenler
  • Dayanak noktaları
Dolayısı ile kişinin kendisinin yapısı analize bu belirli sebeplerle etki yapacaktır.
Analizci bir konu üzerinde analiz yaparken olaylara yaklaşımının bu 3 etkinin hangisinden etkilendiğini de gözlemlemesi gerekmektedir.
Örnekler
“okullara başörtülü girmek yasaktır” ın doğrumu yanlış mı olduğunu analiz eden yaptığı yaklaşımları esnasında bir yandan da bu 3 etkenin bu yaklaşımları etkilemesini gözlemlemesi.
“Ben bunu yasak olarak kabul etme eğilimindeyim çünkü gerçekten başörtülü insanlar bende itici bir etki yapıyor ve modern olarak algıladığım toplum yapısında böyle bir giyinişe kafamda yer bulamıyorum. Ancak bu algısaldır.”
Yani düşüncelerimin duygularımdan etkilendiğini gözlemliyorum.
Analizci Nötralize His Seviyesindedir
İdeal analizci hissi olarak nötrdür. Bunun mümkün olmadığı açıktır. Ancak ne kadar başarıldığını ölçmek önemlidir
Hissi olarak nötrlük, kendisinin problemliliğini, yetersizliğini, yanlışlığını veya yukarıdaki örnekteki gibi duygusal sebeplerden etkilenişini olabilecek maksimum seviyede görebilmesidir.
Burası analizciliğin en zor kısmıdır. Bir şeyi yapmanın yanlış olduğunu, bunu mekanizmal sebeplerle hoşuna gittiği için yaptığını söylemektir bu.
Ve sigara gibi yanlışlığı açık olan bir fiilin mecbur olduğu için yaptığını söyleyebilmenin kolay olması buna tezat olan çok nadir durumlardandır.
İşin bir paradoksal yönü de bizim zaten yaptıklarımızın doğru olduğuna inanmamızdır. Yaptıklarımız ne kadar yanlış olsa da bu böyledir. Aslında doğru bildiğimiz yanlışların içine gömülmüşüzdür. Onlara doğru dememizin sebebi mekanizmal sebeplerle hoşumuza gitmeleridir ve biz bunun farkında bile değilizdir. (Tanım uzayındaki değişim konusu)
Dolayısı ile hissi nötrlük çok önemli bir gerekliliktir. Kişi kendi içerisinde bunu görmelidir. “Ben şu an hissi mi yaklaşıyorum objektif mi?” bunu kendi sorar cevabını kendi bilir.
Bir kişinin analizinin analizinde veya gözlemlenmesinde bu dikkate alınır.
Örneğin Türkan Saylan’ın söylemleri buna iyi örnektir.
“Biz varız. Biz yönetiriz. Bizim dediğimiz olur. Biz sıralar üzerinde namaz kılan öğrenciler değil bale yapan kızlar istiyoruz”
Namaz kılmanın gereklilik ve doğruluğu ile ilgili bir analizi bu yaklaşımla yapan kişinin duygusal etkiden çok fazla etkilenip doğru sonuca ulaşamama ihtimali yüksektir.
HAYATIN VE İNSANIN ANALİZİ
Bütün uzay, madde bir dizi kanunla hareket ettiğinden yani herşey kurallara uyduğundan kuralları anlamak işleri çözmenin zorunlu bir kısmıdır. İkinci kısım ise parçaları bulmaktır.
Yani kural “etrafında belirli bir yörüngede dönmek” ise (ki fizik ve kimyada görürüz) parçalar proton ve elektrondur.  Oluşan yapı atomdur. Atom bir sistem olmuş olur. İnsan da böyle bir sistemdir.
Atom elektron proton ve kurallar ayrı ayrı bulunmuştur.
Thomson elektronu bulmuş, üzümlü kek modelini getirmiştir. Öğrencisi Rutherford alfa saçılma deneyi ile atomun merkezinde pozitif yük birikimini gözlemleyip protonu bulmuştur. Onun öğrencisi Bohr ise elektronların tam sayılarla ifade edilen belirli yörüngelerde döndüğünü bulmuştur.
Böylece pek bu kadar net olmayan bir süreç sonunda parçalar ve kurallar bulunmuş atom denen sistem oldukça çözümlenmiştir.
İnsan ve hayat ta kurallara uyarak devam ediyor ise analizci kuralları parçaları ve sistemi görmeye odaklanmalıdır.
İnsanlığın çok az bir kesimi analizci olabilir. %2 si universite okuduğuna göre bu normaldir. Hal böyle iken insanların olayları sürekli tartışması yine insan mekanizmasının davranışsal bir sonucudur. İnsanlar analizci olamayacağından ve analizcilik sonuca götüreceğinden insanların genelinin yaptığı tartışmalar bir sonuca gitme aktivitesi olarak değil bazı temel içgüdüsel yaklaşımların sonucu oluşan aktiviteler olarak tanımlanmalıdır.
Analizin Analizi
İnsanların tartışma ve fikirlerini beyanları esnasında ortaya koyduklarının eleştirilmesi ve incelenmesi, “analizin analizi” kapsamında ele alınmalıdır”. Çünkü tartışma bir çeşit analiz etmedir ve bunun incelenmesi de bir analizdir. Bunu kendi kendine yapabilme gücündeki artmanın ideal analizci olmaya yaklaşmak olduğunu belirtmiştik.
Düşüncelerin ölçülerek tartılarak ortaya konması, kıyaslanması, sorgulanması bir beyinsel işlem dizisi olup beyinsel işlem gücü gerektirdiğinden buda insanlarda sınırlı olduğundan insanların çok azı analizci olabilir. “örneğin analizin analizi kapsamındaki bu yazının bu kısmına kadar çok az insan gelebilir.
Bu  gerçek bize insanları eleştirme veya küçümseme için değil günlük hayattaki olayların analizi için son derece gerekli bir bilgidir. (Aklın Yetersizliği Konusu)
Çünkü bu bize bazı şeylerin insanların büyük bir kesimince anlaşılamayacağını göstermektedir. Dolayısı ile onlara olması gerektiği şekilde anlatmak gibi bir çabanın da sonuçsuz kalacağını.
Ve dolayısı ile doğruların ve yanlışların analizinin de insanların çoklarınca gerçekte yapılamayacağını göstermektedir.
Gördüğümüz bu anlamdaki tartışmalarında sanki bu yapılıyormuş gibi görünen aktivitelerden başka bir şey olmadığı gerçeğini göstermektedir.
Ayrıca tüm bu tabloya rağmen kendimizi hala böyle tartışmalarda buluyorsak bunun kendi duygusal mekanizmamızın sonucu olduğunu görmemize yarar bu gerçek.
Buna göre yapmamız gereken “Sen bir analizci misin?” sorusunu sormaktır. Bu ancak bir testle sonuçlanır.
ANALİZİN YAPILMASININ ETKİLERİ (Analizin etki azaltma prensibi)
Analizi yapmaya başlamak bile olayları değiştir. Hisleri de. Örneğin bir kıza olan aşkı sonucu acı çeken birinin aşkının sebebini veya acısının veya tüm bu aşk oyununun analizini yapması belirli bir oranda acısını azaltır.
Analizin çok kaliteli olması, kişinin iyi bir analizci olması acısını tümden geçirebilir.
SEN BİR ANALİZCİ MİSİN?
Analizci olmaya götüren sebeplerden biri olayların iç yüzünü anlama isteğinde olmaktır.
Doğru sonuca ulaşma yolunda hislerine yenilmemek önemli bir analizcilik özelliğidir.
40 dk PC
60 dk elle
Haziran 2 03:30
2009
ANALIZLE ILGILI BIR FIKRA
Amerika da ünlü bir avukatın kaybettiği tek dava:
Ünlü bir futbolcu karısını öldürmekle suçlanıyordu. Ama karısının cesedi ortada yoktu.
Futbolcu sanık sandalyesinde oturuyordu.
Kucak dolusu parayla tuttuğu avukatı jüriyi ikna etmeye uğraşıyordu:
"Sayın jüri üyeleri, müvekkilimin suçsuz olduğuna yürekten inanıyorum. Buna az sonra sizler de inanacaksınız. Neden mi? Bakın, şimdi ona kadar sayacağım ve müvekkilimin öldürdüğü iddia edilen karısı bu kapıdan içeri girecek...
1, 2, 3, 4, 5, 6,  7, 8, 9, 10"
 


Bütün jüri kapıya döndü. Kimse girmedi içeri.
Avukat bir savunma dahisiydi, öldürücü hamlesini yaptı:
"Bakın, siz de kadının öldüğüne inanmıyorsunuz. Çünkü hepiniz içeri girecek diye kapıya baktınız. İşte kararı buna göre vermenizi talep ediyorum."
Ancak jüri ünlü futbolcuyu suçlu bulduğunu bildirdi ve dava bu şekilde sonuçlandı.
Mahkeme çıkışında avukat, jüri başkanına yaklaştı:  
"10' a kadar saydığımda siz de diğer üyeler gibi kapıya baktığınız halde neden böyle bir karara imza attınız?"
"Doğru" dedi jüri başkanı; "Ben de kapıya baktım, ama müvekkiliniz kapıya bakmıyordu."
  
  
En iyi analist herkes bir noktaya bakarken, o noktaya yönelen bakışları izleyen kişidir.