Thursday, September 08, 2016

Bilgisayarda Nereden Nereye Konusuna Bakış

Son yıllarda gitgide bilgisayarın özü diyebileceğimiz sistem kısmından baya uzaklaştığımı görüyorum. Zamanla değişen teknolojik yapı ve farklı farklı işlerle uğraşma zorunluluğu bunun sebebi olabilir.

Örneğin artık bilgisayar demek cep telefonu demek. Bilgisayarın ruhu işletim sistemidir. Donanım ise bedendir. Dünya'da işletim sistemi konusunda Windows ile tekel olan Microsoft bile bu değişen teknolojik akımdan nasibini aldı ve Android ve iOS gibi iki işletim sistemi karşısına bir tehdit olarak dikildi ve onu sallıyor ve Nokia'yı satın almaktan daha iyi bir şeyler yapmazsa bu gidişat onun sonu olacak.

Eskiden biz, işletim sistemini kendimiz kurardık. Önce DOS ortamında fdisk ve sonra format yaptığımız ve sonra CD'ye girip install diyerek sistemi kurmaya başladığımız günler vardı. Hatta işletim sistemi CD'de olduğu için önce DOS ortamında CD-ROM'u DOS'a tanıtma işini yapardık. Ve sistem kurulduktan sonra ekran kartı, modem, ses kartı gibi çevre birimlerinin bütün sürücülerini teker teker kurardık. O zaman yaptığımız tüm bu işlemler bizim bilgisayarın sistemine daha aşina ve hakim olmamızı sağlıyordu aslında. Şimdi Windows tabanlı sistemlerde bunlar o zamana göre inanılmaz kolaylaştı.

Şimdi bilgisayar artık cep telefonu olduğuna göre bunların hepsinin acaba cep telefonunda bir karşılığı var mıydı? Gidiyoruz, bir cep telefonu satın alıyoruz üzerinde Android veya iOS işletim sistemi ve bütün temel programlar kurulu ve bir program kurmak gerektiğinde "store" diye bir kavram var. Gidip oradan kuruyorsun. Ve ömrünü bu programların üzerinde geçiriyorsun. Bunlar genelde facebook, whatsapp, instagram tarzı programlar. Bir insan ne kadar programcı da olsa, bu aleme girdi mi eğer kendini zaptetmezse zamanı orada tükenip gidiyor. Velhasıl her durumda, programcıların üst seviye dediği bir alemde yaşamımızı sürdürürken aşağıda neler olup bittiğinden bihaberiz. Ve bu bir açıdan kaçınılmaz ve ondan normal sayılır.

Ama bu benim içime biraz dert oldu. Telefonuma dalacam, dalmalıyım psikolojisine girdim. Bilemiyorum. Belki de biraz da eski günlerin anısına. O bilgisayarın özüne ve ruhuna daha yakın olduğum günlerin anısına belki.

Ve sonunda daldım. Ama bu Hitler'in Rusya'ya girişi gibi oldu. Kışa zamanda Moskova'ya varır, ordan da zıplayıp Hindistan'ı alırım diyordu. Ama Rusya'nın kışı onu bitirdi.

Custom ROM diye bir şey varmış. Yani telefonun üzerindeki sistemden farklı bir sitem. Diyelim Android 4 aldın. Gidiyorsun Android 5 veya 6 yüklüyorsun. Tabi o ROM'u internetten bulup indireceksin önce.

Ben de gider internetten kendime güzel bir ROM indirir, çatırt diye kurar, yeni sisteminin keyfine bakarım diyordum. Ama darbe üstüne darbe yedim. Saatlerim gitti. Neler neler yaşadım. Bunların detaylarını teknik bilgi olarak anlatacağım (Yine hızlıca not düşeyim. Bir tele yeni sistem yüklemek için iki şart var. 1) telefonu rootlamak gerek. Yani admin seviyesine çekmek. Bunun için programlar var. 2) Telefonun boot kilidini açmak gerek. Bunun için de yöntemler var. Bu ikisinden sonra ROM bulup, telin hafızasına atıp, boot yapıp, ordan seçip kurmak gerekiyor. Özet bu.)  ama özellikle dün gece saat 3'te, dibin en dibine vurduğum ve bu telefon tekrar kullanılabilecek mi acaba dediğim sırada, yine dibin en dibinden bir çözümle işin içinden sıyrılmam bana değişik bir heyecan verdi ve lise sonda yaşadığım o eski fırtınalı günler aklıma geldi.

1995'in sonbaharında bilgisayar maceram başladı. Başına oturduğum makina üzerinde 640 KB RAM olan, Intel'in 1979'da piyasaya sürdüğü 8088 işlemci kullanan (Meğer IBM 8086 kullanacakmış ta Intel 8088 için daha iyi fiyat vermiş, bunları da sonradan öğreniyoruz), 10 MB harddiski olan, krem rengi, 14 inç tüplü ekranı kasasının üzerinde duran ve bunun ona ayrı bir güzellik kattığı bir aletti. O zamanlar benim bilgisayar algıma göre, ekran kasanın üzerinde durmalıydı. İşlemci hızı 4 MHz di.

Bu rakamları daha anlaşılır yapmak gerekirse, elinizdeki telefonla çektiğiniz orta karar bir resim 5 MB falandır. Yani o makinanın harddiskine ancak iki resim sığardı. Bu resmin büyüklüğü RAM'den ise neredeyse 10 kat fazla. 4 megahertz dediğimiz işlemci hızı ise elinizdeki cep telefonunun 2 gigahertzlere varan işlemci hızının 500'de biri.

Aslında aynı dönemde, yandaki laboratuarda, 40 MHz işlemcili ve çok daha heyecan verici görünümlü bilgisayarlar da vardı. Fakat onlara bizi yaklaştırmıyorlardı. Heyecan verici görünümlerinin arkasında, yeni olmaları dışında, ekranlarının biraz daha büyük ve siyaha daha yakın camlı olması yatıyordu. Kapıdan bakınca ışık üzerlerine düştüğünde pırıl pırıl parlarlardı. Onlara dokunmak büyük bir olaydı ve sanki bir onurdu :) Şahsen o odaya girip bir kez o bilgisayarlara dokunmuşluğum yoktur. Üzerlerinde grafik arabirimli bir işletim sistemi olan Windows 3.1 çalışırdı. Orası çok farklı bir dünyaydı. Biz tekrar diğer odaya geçelim.

Evet, şu an son derece ilkel görünen o bilgisayarın içinde muhteşem bir dünya vardı. Olay kelimenin tam anlamıyla inanılmazdı. Ekranda yazıları olan ve bu yazıları senin yazdığın komutlara göre değiştirebilen bir makina bu.

Bu dünyanın ilginç, kulağa oldukça hoş gelen kelimeleri vardı. Zaten Terminatör, Robocop, Geleceğe Dönüş gibi filmlerle beyni teknolojiye, birilerinin pop yıldızlarına hayran bırakıldığı gibi, hayran bırakılmış bir gençliktik. O filmlerdeki teknolojik konuşmaları ve sahneleri ağzımız beş karış açık bir şekilde dinler ve izlerdik. Çipler, syborglar, yapay zekalar, insanları kontrol eden sistemler, bu sistemlere giren hackerlar vs.

Sadece klavyesi, monitörü ve kasası olan ve açıldığında siyah bir ekranda C:\> şeklinde  bir yazı yazıp, bu yazıdan sonra ekranda bir imlecin yanıp sönerek beklediği bir sistem. Bu sistemi kullanabilmek için dosya, klasör gibi kavramları ve bunları oluşturmak, silmek, kopyalamak gibi işlemleri yapabilmek için gerekli komutları öğrenmek gerekiyordu.

Yani daha çok komut bilmek, daha büyük bir güçtü. İnternet falan olmadığı için, komutları ezbere bilmek, parametlerini falan hatasız yazabilmek adamı çok farklı yapıyordu. İşi biraz daha heyecan verici noktaya taşımak için tabi ki klavyeyi on parmak kullanmalıydı. Zaten sürekli komut yazıp durduğunda, klavyeyi de on parmak kullanınca komutları son derece hızlı yazıp, tıpkı filmlerdeki hackerlar gibi olabilirdin. O zamanlar o laboratuarda bilgisayarla uğraşan herkeste benzeri duygular vardı. Herkes heyecan ve hevesle yeni şeyler öğrenmeye çalışırdı. Ekranda birisi farklı bir görüntü çıkarınca herkes ona bakardı. "Onu nasıl yaptın yaa? Bana da göster" der sonra "Bunu ben de yapmalıyım" diye saatlerce uğraşırdı.

Bu noktada bana çok ilginç gelen olaylardan biri bu IBM makinaların ROM'unda GW BASIC programlama dilinin gömülü gelmesiydi. Bir şekilde  (debug da int 19 yazıp entera basıp go yapınca, veya pascal üzerinden inline assembly yazarak)  Interrupt 19'u çağırdığın zaman şak diye ekranda GW BASIC çıkardı. Bunun orda bizi şaşırtması kadar şaşırtıcı olan bir başka şeyi sonradan öğreniyoruz. Bu aslında Bill Gates'in yazdığı BASIC'miş. Hatta GW ifadesinin Gates, William olduğunu söyleyenler varmış. Adamın uzun adı William Bill Gates. Yada Bill Gates'le beraber onu geliştiren Greg Whitten'ın W si. Tabi biz o zamanlar Bill Gates'i bile duymamıştık :)















No comments: